01 Mayıs 2024 Çarşamba

Zehra Yurdan Haziran Sayısında: Mısır Tarlası Mezarlığı

Gözüm kapalı kaybolmadan yürüyeceğim yollar buralar. Bir saatlik yolculuktan sonra varabiliyorum Fatih’e. Metro aktarmalarında onlarca insanın büyük bir ciddiyetle aynı yöne yürümesi beni her defasında şaşırtıyor. Bazen kenara çekilip hangi yöne gitmem gerektiğini bir daha düşünüyorum.

 Gözüm kapalı kaybolmadan yürüyeceğim yollar buralar. Bir saatlik yolculuktan sonra varabiliyorum Fatih’e. Metro aktarmalarında onlarca insanın büyük bir ciddiyetle aynı yöne yürümesi beni her defasında şaşırtıyor. Bazen kenara çekilip hangi yöne gitmem gerektiğini bir daha düşünüyorum. Senelerdir güzergahım olan yollarda hala kaybolurum. Uzaklara gidemeyince şehir içi ulaşım iç muhasebenin yapıldığı yerlere dönüşüyor. Yedi kandilli süreyya rüyalarımızda bizi şehirden uzağa çağırırken gidemeyişimizin üzüntüsü belimizi büküyor. Sonra  “Yaz gelsin hele, köyde, derenin içinde senin için bir yer yapacağım, akşama kadar kalırsın orada.” sözünü hatırlayıp geleceğinden emin olmadığım o günü bekliyorum.

Bir camın arkasından akan hayatı seyre daldığım, sessizliğime müdahale edilmeyen yolculuklardan birindeyim. Kısa olduğu söylenen ama bana çok uzun gelen, türlü meselelerle bugüne kadar gelmiş ömrümün iz bırakmış bazı sahneleri gözümün önünde. Sessiz kaldığımızda telaşla bizi konuşturmaya çalışan, cevap bulamayınca daha da çok konuşan sevdiklerimiz üzülmesin diye konuşuyoruz çoğu zaman. Bu daha ne kadar devam eder bilmiyorum ama susmaya hepimizin çok ihtiyacı var. Dil bize verilmiş bir ceza değilse, ruhumuzun derinliklerinde kalanlar, konuştukça neden daha da uzağa gidiyor? Aceleye gelmiş her ne var ise onları düşünüyor, hiç gerçekleşmeyecek hayaller kurup gizli bir tebessümle camdan dışarı bakıyorum. Sonra kurulan hayallerden gerisin geriye uzaklaşırken şair bir teselliyle başımı okşuyor: “Bütün saadetler mümkündür/ Şu kapının açılması, içeri girivermen, bahar kuşlar, gündüz/ Ve bütün dünya, bir an içinde gürültüsüz.”  Şiiri yarıda kesen yorgun bir ses duyuyorum. Yatıştırılmayı bekleyen endişeleri ile sabırsız bir teyze yol tarifi soruyor, biliyorum ki derdi yol değil sadece anlatmak istiyor. Bir kere göz göze gelince sıcak bir liman bulan teyzeler hiç susmuyor. Dinlerken yüzündeki çizgilere yerleşmiş yakından tanıdığım hayal kırıklıklarını görüyorum. Sen anlat dediğinde ise yol çoktan bitmiş oluyor, derin bir nefes alıyorum.

Çocukluğumda Fatih’ten en uzak Kadırga semtindeki amca evine giderdim. Hal böyle olunca İstanbul benim için sur içinden ibaret. Kadırga, çocukluğumu tebessümle tahayyül edeceğim ikinci semt. Geçenlerde bir dostun kalbimi çarptıran davetiyle sokaklarında dolaştım. Cankurtaran Tren İstasyonu’na vardığımda uzun bir seyre daldım. Trenin gelmesini bekler, geldiğinde alt geçide koşar, bağırırdık çocukken. Sonra yine trenin gelmesini bekler, geldiğinde yine tüm gücümüzle bağırırdık, bağrışlarımız trenin sesine karışırdı ve vakit akşam olurdu. Şimdi Cankurtaran’dan ne tren geçiyor ne de bizim bağırmaya halimiz var. Bir de tam karşısındaki kıraathanenin duvarında Erol Taş’ın kocaman bir fotoğrafının üstüne “İyi adam nur içinde yat” yazmışlar. Eskiden yazmazdı ama herkes bilirdi Erol Taş’ın kıraathanesinin orası olduğunu. Yeşilçam’ın kötü kalpli adamı Erol Taş denince filmlerinden ziyade çocuklarıyla olan fotoğrafları zihnimde canlanıyor. Dostumla soluklanmak için girdiğimiz mekândan, eşinin vefatından sonra üç çocuğuna tek başına bakan Erol Taş’ı yâd edip ayrılıyoruz. Başkahramanlarını tanıdığım ilk gönül hikâyesi yine Kadırga’dan. Anahtarcı Dursun Ağabey, amcamların evinin sokağındaki dükkânının tam karşısındaki binada oturan bir ablaya gönlünü vermişti. Kadırga’da büyümüş dostumla bu hatırayı tebessümle hatırlarken Dursun Ağabey’in dükkanının olduğu binanın diğer birçok bina gibi butik otele çevrildiğini görüyoruz. Sessizce yanından geçip bu hatıraya “Kalbin Kararı” şiirini hediye ediyoruz.

 

Yolculuk bitti. Bende bittim. Aslında bitme hali çok önceleri oldu. Ama belli etmemem gerek.  Aksaray’da iniyorum. Karşımda kurşun askerler.  Ah şu hayal dünyam hangi büyüğümden miras acaba? Horhor yokuşunu yavaş yavaş tırmanmalıyım. Yolum uzun. Yokuşun sonunda solda bir dosta selam vererek yoluma devam ediyorum. Keşke fotoğraflar olmasaydı diyorum içimden. O güzel insanlar o güzel atlara binip gidince fotoğraflara bakmak cesaret istiyor. Güç bulunca baktığım fotoğraflardan biri zihnimde canlanıyor. Yavuz Selim Camii’nin bahçesinde yağız bir delikanlı. Yirmi dört yaşında olmalı. Elinde sigarası, kucağında kızı, hanımının kucağında oğlu, arkalarında Balat manzarası. Yavuz Selim Camii, daha yürümeyi bilmezken misafir olduğum mekân. Fatih Camii çocukluğum, Şehzadebaşı Camii gençliğim. Ninemden daha büyük hissettiğim şu günlerde yeni bir mesken bulmak gerek. Sanki Edirnekapı Mihrimah Sultan Camii uygun bu arayışa.  

Fatih Camii’nin cenaze kapısından giriş yapıyorum. Senelerdir yüzlerce cenaze namazına şahit oldu gözlerim burada. Kimisini uzun uzun izledim, kimisinde ağladım, kimisinde hızlıca geçtim gittim. Susayınca asılı demir bardağından su içtiğimiz çeşmenin yanına kıvrılıyorum. Artık bu çeşmenin adını biliyorum. Hacı Ahmet Paşa Çeşmesi. Bardak yerinde değil, çeşmeden hala su akıyor. Biz gerçekten büyümüşüz. Musalla taşlarını izliyorum. Çocukken musalla taşına kadar yarış yapardık ağabeyimle. Gün geldi koşmaya takatimiz kalmadı, ağabeyim musalla taşına uzandı, ben başında durdum. “Her şey belirlenmiş bir vakte kadar akar.” demişti Rabbimiz. Buluşacağımız o güne iman ettik, sıramızı bekliyoruz. Cümleyi burada bırakmak gerekirdi aslında. Münir Nurettin Selçuk araya girerek  “Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın/ Denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın” diyor. Sevdiğin birini dünya gözüyle son kez gördüğünü bilmek durakların en olgunlaştıranı. Acıyı, özlemi, ölümü, derdi yeniden tarif ediyoruz. Kolay olmuyor ama. Şair “Hem yaralı hem yakını bir  yaralının” dizelerini yazdığında neye ağlıyorsa şimdi ona ağlamalıyım. Tanıdık bir yara görünce hep böyle oluyor.

Fatih Camii’nden çıkarak yoluma devam ediyorum. İstikamet Mısır Tarlası Mezarlığı. Zihnimde son fotoğraf canlanıyor. Son fotoğraf Yahya Efendi Türbesi’nden boğaz manzaralı. Biri kulağıma Ahmet Hamdi Tanpınar’ın satırlarını okuyor:  “İlahi mağfiret Yahya Efendi Dergâhında adeta güzel bir insan yüzü takınır. Ölüm burada, hemen iki üç basamak merdiven ve bir iki setle çıkılıveren bu bahçede hayatla o kadar kardeştir ki, bir nevi erme yolu yahut aşk bahçesi sanılabilir.” Bu satırların hatırına mı bize bu son fotoğraf bırakıldı bilinmez ama her şeyin bir anlamı olduğu gibi bunun da bir anlamı olmalı.

Şehirde nefes alabilecek yerler olarak mezarlıklar ve cami avluları kalmıştı. Benim payıma düşen mezarlık Edirnekapı Mısır Tarlası Mezarlığı. Ne demişti İbrahim Ağabey: “Yağmurda koşan bir çocuk olsam/ Vedalaşır gibi bildikleriyle/ Kendinden mahrum kalır mı insan? Kalsam/ Duralım burada güzel esiyor!”