Modern hayat belki de ölüm düşüncesinin üstünün örtülmesi, ölüm ve ötesi hakkında dinlerin inşa ettiği anlam dünyasının altüst edilmesi ile mümkün hâle geldi. Başka bir deyişle ölümün gömülmesi ile. Ölüm aynı doğmak, yürümeyi öğrenmek, yaşlanmak gibi doğal bir sürecin sonucu. Her canlının tadacağı bir durum. Ancak bu bilinçle yaşamak, ya da ölüm fikrini mümkün olduğunca uzaklaştırmak ve hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamak arasında oldukça fark var. Çünkü ölüm düşüncesi yaşamın kendisini kuran en temel olgulardan birisidir. Öleceğini, içerisinde bulunduğu dünyanın faniliğini idrak eden kişi, boş vermişlik duygusuyla hayattan el etek çekmez. Aksine dünyaya ve dünya nimetlerine itidalli yaklaşır ve rabbinin rızasını kazanma çabası içerisinde olur. Bu çaba kendisini bazen bireysel ibadetlerde gösterirken, bazen de toplumsal maslahat için çalışan bir doktor, bir mimar, bir zanaatkar olarak gösterir. Yani ölüm fikri bu dünyadan kopuşun değil hayatı anlamlandırmanın ve aksiyon almanın sebebidir.
Kadim inançların birçoğunda öte dünya inancı mevcuttur. İnsanlık tarih boyunca hayatı ve ölümü bu çerçevede anlamlandırmıştır. Ancak içerisinde bulunduğumuz çağ bu düşünceden bir kopuşun sonunda ortaya çıkmıştır. İhsan Fazlıoğlu kapitalist hayata geçişi, öte dünyaya yolculuk biletlerinin yakılması olarak tarif ediyor. Bir insan düşünün. Geçici olarak bir bölgeye gönderiliyor ancak ona her an seni alıp havalimanına götürebilirler deniyor. Bu kişi bulunduğu yerde kalıcı olacakmış gibi düzen kuramaz. Çünkü bir bileti olduğunun ve her an gidebileceğinin farkındadır. İşte dönüşüm bu kişiye “biletin iptal oldu artık buradasın” denilmesi ile başlıyor. Dolayısıyla her an öte dünyaya gidebilecekmiş gibi yaşayan insan artık dünyanın imkanlarından maksimum düzeyde faydalanmaya, bu dünyayı tek zemin kabul ederek burada kök salmaya bakar hâle geliyor.
Her gün kalabalık sokaklarında yürüdüğümüz, telaşla koşturup durduğumuz, trafiğinde saatler geçirdiğimiz şehirler de bu zihinsel dönüşümün bir ürünü. Kapitalist zihinler tüketimi hayatın merkezine yerleştiriyor. Ölümün şehirlerde görünürlüğü azalıyor. Mezarlıklar eski şehirlerin aksine şehrin içine, en görünür yerlerine yapılmıyor. Gözden ırak yerlere itiliyor. Metropol insanı, kendisine ölümü hatırlatan her şeyden kaçıyor ve bütün izlerini silmeye çalışıyor. Saçların beyazlamasına, ellerin kırışmasına bile tahammülü kalmıyor. “Her canlı ölümü tadacaktır” levhası rahatsızlık vermeye başlıyor. Ve bütün bunları hayatından çıkarmaya çalışıyor. Ancak ölümü görünmez yapan yalnızca bunlar değil. Şehirler en klişe tabirle yabancı kalabalıkların mekanına dönüşüyor. Metropol insanı olarak en yakınlarımıza uğramadığı müddetçe pek de hatırlamak
istemiyoruz ölümü. Neredeyse her gün duyduğumuz cenaze selaları, yanından fatihasız geçtiğimiz kabristanlar, trafikte hemen önümüzde duran cenaze arabaları. Aydınlanma düşüncesiyle birlikte insanı merkeze alan ve ölüm düşüncesini örtmeye çalışan modern insan bütün bu çabaya rağmen ölümden kaçamıyor. Hiç tanımadığı, ismini duymadığı yüzlerce insanın öldüğü bilgisine sahip. Ancak ölüm sanki sürekli bir başkasının başına gelecek, ölümün muhatabı hep başkaları olacak, ölümler yaşa göre sırayla gelecek düşüncesine kapılıyor. Yani ölüm düşüncesinden kaçmasına rağmen uzak yabancıların ölümüyle muhatap olan insan için ölüm fikri flulaşıyor.
Akif Emre’nin ifadesiyle kendi ölümümüzü dostlarımıza telefon mesajında duyuracak kadar ölüme yakın ve cenazelere katılamayacak kadar meşgul ve uzak bir zamanda yaşıyoruz. Fakat bir toplumun ancak ölüm düşüncesiyle ihya olacağını ve hayat bulacağını unutmamalı. Ölüm düşüncesiyle barışık olmayan insanın yaşamla sorunları olacağını da.
Nihan