02 Aralık 2024 Pazartesi
Dosya

İyilik Güzel Ahlaktır

Genç Öncüler Dergisi'nin Temmuz sayısında Osman Zinnur Aksu, "İyilik Güzel Ahlaktır" başlıklı yazısını kaleme aldı.

İyilik Güzel Ahlaktır

Ahlak kavramı Türkiye’de her cenahtan birçok insan için çok tehlikeli ve üzerinde konuşulan bir kavram oldu. Gerek felsefi gerek dini gerekse seküler açıdan bu kavrama yaklaşan onlarca insan hep farklı tanımlar ve farklı ahlak kurallarıyla insanları çerçevelemeye gayret ettiler. Ancak Türkiye’de ahlak genellikle bireysel olarak algılanan, bireysellikten toplumsallığa geçişiyse ancak ve ancak başkalarını eleştirmek üzerinden kurgulanan bir metaya dönüşmüş durumda. Kurtuluş nişanesi olan İstiklal Marşı’nda geçen “Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın!” dizesinde Akif’in işaret ettiği akının gerçek fiziksel saldırılarını topyekûn bir mücadeleyle defeden millet, sonrasında bu hayasızca akının hayasızlığı öne çıkaran mana alemindeki saldırısına karşı doğru silahlarla donatılmadı ve açıkçası bu savaşta mağlubiyeti kabullendi.

Modern toplumlar gündelik yaşamı fiziki manada eskiye göre gözle görülür şekilde iyileştirdi. Buna gelecek herhangi bir itirazın geçersiz olacağı aşikardır zira gündelik yaşamdaki -en azından madde düzeyinde- iyileşmelerin örnekleri saymakla bitmez. Dünyadaki yer altı ve yer üstü kaynakları daha önce hiç olmadığı seviyelerde çıkarılıp işlenebilmekte, ulaşım hızı ve konforu her geçen gün artmakta, soğuk zincir teknolojileriyle yüzlerce, binlerce kilometre uzaklıktaki ürünler soframıza kadar bozulmadan gelebilmekte. Tüm bu gelişmeler, özellikle kapitalizmi kutsayan ve küreselleşmenin yılmaz savunucuları olan neoliberaller tarafından tekrar eden “Siz moderniteye girmeseniz de modernite size girer, bundan bir kaçış yoktur.” manasındaki tezlerini doğrular nitelikteymiş gibi görünüyor. Peki tüm bu gelişmelerin bedeli ne oldu? Bütün bu modernite nimetleri, bizlere büyük bir mana yıkışı yaşatmış olabilir mi?

Nevzat Kösoğlu, Küreselleşme ve Milli Hayat kitabında bu değişimin mahiyeti üzerine şöyle yazıyor:

“Küreselleşme dediğimiz olgu da sonuçta dünyanın bir şekilde değişmesidir ve biz, her zamanki eski soru ile karşı karşıyayız: Bu değişmenin kıblesi, içeriği ne olursa olsun mademki değişmedir ve Batı'dan gelmiştir, karşı konulmazdır; rüzgâr önündeki kuru yaprak misali yahut gassal elindeki meyyit olup kendimizi bu değişmeye terk mi edeceğiz? Hızı artan bu değişmenin bize getireceği her şeye razı mıyız; götüreceği her yer bizim için iyi midir? Yoksa yapmamız gereken bir şeyler var mıdır? Yukarıda işaret ettiğimiz Avrupa tapınıcılarının dışındaki herkes bu soruya, vardır cevabını verecek ve bunların neler olabileceğini araştıracaktır. Bunun için de önce bu değişimin ne olduğuna ve hayatın değişik alanlarındaki ortaya çıkışlarına soğukkanlı bir şekilde bakmak gerekecektir.”[1]

Peki biz bu değişimin ortaya çıkışları üzerine yeterince kafa yoruyor muyuz? Yediğimiz domatesin tohumunun İsrail’den gelmesini dert edip üzerinde mülahaza ettiğimiz kadar evimizin içindeki ekranlara gelen dizilerin Netflix tarafından üretildiğini dert ediyor değiliz. Netflix, Amazon Prime, Disney + gibi platformlara üye olduğunuzda ödediğiniz bedel aylık ücret değil, ekranın başında geçirdiğiniz vakittir. Bizler o dizileri, yapımları bilinçsiz bir gözle izlediğimiz her sürede farkında olmadan bir zihin yapısı ve ahlak değişimini de evimizin içine davet etmiş bulunuyoruz. Bugünkü yazının konusu ise, ahlak bunalımımıza dışarıdan gelen bu saldırılardan ziyade; bizlerin sorgulamadan kabul ettiği ve uyguladığı birtakım davranışlarımızın İslam ahlakına uygunluğu üzerine olacak. Modernizmin bizlere yaptığı saldırıların türü, mahiyeti, çapı ve büyüklüğü üzerine gerek bu dergide gerek derslerimizde gerekse bilimum konferanslarda çokça konuştuk, yazdık, dertleştik. Peki bizlerin doğruluğuna sanki İslam’dan gelmiş birer emirmişçesine inandığımız ve üzerine açıkçası fazla da düşünmeden uygulayadurduğumuz birtakım toplumsal çarpıklıklar hakkında konuşmamız da gerekmez mi?

Abdullah Yıldız, Tarih Bilinci’nde bu konuya temas ediyor:

“Kur'an ecdatçılara, atalarının yolunu körü körüne izlememelerini İhtar eder; bu tutumun gerçeğe ulaşmaya engel teşkil ettiğini belirterek, onları, atalarını önyargısız olarak yargılamaya çağırır: "Onlara ne zaman, 'Allah'ın indirdiklerine uyun!' denilse; 'Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye/geleneğe uyarız' derler. Peki, ya atalarınızın aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulmamış idiyseler?” (Bakara 2/170. Ayrıca bkz. Maide 5/104) Kur'an; insanları, atalarının konumunu, önyargılarından ve tabulardan arınmış olarak belirlemeye çağırıyor. Ve adeta "onların uygulamalarını, ilahi gerçeklerle aranızda aşılmaz duvarlar oluşturacak biçimde önünüze koymayın" diyor. İşin ilginç yanı; bazı insanlar "atalarının geleneğinin, Allah'ın indirdiklerinden başka bir şey olmadığını", dolayısıyla "onların yolunu izlemekle aynı zamanda Allah'ın emrettiği şeyleri yerine getirmiş olduklarını" iddia ederler. Onlar için atalarının dini, eşittir Allah'ın dinidir! Kur'an bu anlayışı Allah'a iftira olarak niteler: "Onlar çirkin bir kötülük yaptıkları zaman; 'ecdadımızı bu yol üzerinde bulduk, Allah da bize böyle emretti' derler. De ki: 'Şüphesiz Allah kötülükleri emretmez. Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz' " (Araf 7/28)” [2]

Peki bizim kendi kitabımız bunu söylerken, bizler bu zinciri yukarı değil aşağı yönde kırmaya ne derece gayret ediyoruz? Başka bir deyişle, evlatlarımız geleneklerimize aykırı bir iş yapsalar; bunun doğruluğunu ve geçerliliğini yine gelenek temelli kurallar bütününden mi sorguluyoruz yoksa Allah’ın bizlere buyurduğu İslam akidesine mi danışıyoruz?

Yıllar önce bir arkadaşım, Erasmus öğrenci değişim programı vesilesiyle fuhuş, madde, kumar gibi birçok ahlaksızlık ve haramın çok yaygın ve bir o kadar da kolay ulaşılabilir olduğu Kuzey Avrupa ülkelerinden birine gidecekti. Ona, yakın olduğu ve İslam üzere yaşamaya çalışan bir hocamız “Çok riskli ve günaha yaklaşmanın çok kolay olduğu bir yere gidiyorsun. Benim sana bir tavsiyem olacak. Sakın unutma, gittiğin yerde de Allah var.” demişti. Bu sözü hem arkadaşıma hem de hikayesini anlattığı bana çok etkileyici gelmişti. Zira özellikle uzun süreli yurt dışına çıkan arkadaşlardan gördüğümüz, gittikleri yerde Allah’ın olmadığı gibi davrandıklarıydı. Fakat bugün dönüp baktığımda, Müslüman gencin gittiği her yerde O’nun varlığını hatırlamaktan -bana göre- çok daha önemli bir sorunla karşı karşıya olduğunu görüyorum. Bu sorun, gündelik hayatın her alanında Allah’ın olduğu gerçeğinin sıklıkla unutulması.

Naçizane “İslam’ın Katolikleşmesi” olarak tespit etmeye çalıştığım bu problem, gençlerin İslam’ı camiye hapsetmesi olarak karşımıza çıkıyor. Camide namazı kılan genç, imam sola selam verdikten sonra çıkıp ayakkabısını giyiyor ve onun için İslam yükümlülükleri tamamlanmışçasına hareket ediyor. Oysa Kur’an’da “De ki: Benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm hep âlemlerin Rabbi Allah içindir.”[3] Ayetiyle âlemlerin Rabbi Allah için olan sadece namaz ve ibadetle sınırlandırılmıyor, hayat ve ölümün de O’nun için olması gerektiği bizlere buyuruluyor. Dolayısıyla toplumsal ahlakımızın kaynağının da burada aranması gerektiği atlanmamalıdır. Gündelik hayattaki tüm işlerimizde, ticaretimizde, selamlaşmamızda yaptıklarımızın neden bu şekilde yapıldığının şuuruyla yapılacağı günlere birlikte ulaşmak duasıyla.

 

[1] Küreselleşme ve Milli Hayat, Nevzat Kösoğlu Sayfa 106 - Ötüken Neşriyat

[2] Tarih Bilinci, Abdullah Yıldız Sayfa 59 - Pınar Yayınları

[3] En’Am Suresi 162. Ayet