14 Ekim 2024 Pazartesi
Genç Öncüler

Geçici Heveslerden Gerçek Kararlara: Üniversite Bizi Dert Sahibi Yapabildi mi?

Geçtiğimiz ay üç milyonu aşkın öğrencinin katılımıyla gerçekleşen üniversiteye giriş sınavını geride bıraktık. Uzun soluklu çalışma serüvenlerinden sonra sınavda ter döken gençlerin, bin bir fedakârlıkla evlatlarını okutma gayesi güden anne babaların heyecanına şahitlik ettik. Muhataplarımızın kahir ekseriyeti bu yoldan yürümüş yürüyecek ya da hâlihazırda bu yolu yürüyen kimselerden teşekkül ettiği için hepimizin malumudur; üniversite kapısında büyük hayaller ve umutlarla bekleriz. Seçeceğimiz eğitim kurumunu ve ihtisas alanını enine boyuna düşünür, fazlaca irdeleriz. Zira biliriz ki pek çoğumuz için üniversite tercihi yapmak, aynı zamanda hayatımızın geri kalanındaki meşguliyetlerimizin tercihini yapmaktır. Peki, kapısında güçlü idealler ve planlarla beklediğimiz yüksek ihtisas kurumlarını bu denli önemli kılan şey ne? Eşikten içeriye adımımızı attığımızda bizi neler bekliyor?

Bu sorulara vereceğimiz cevapların daha etkin olabilmesi için bir parantez açıp üniversite kavramına, ülkemizde üniversitelerin tarihsel dönüşümüne ve hukuki rejimlerine dair bazı anekdotlara yer vermemiz gerekiyor. Ülkemizin yeni bir kavram olarak üniversite ile tanışıklığı 1933 yılına dayanıyor. “Bir kavram olarak diyoruz” çünkü o yıllarda hâlihazırda eğitim veren imparatorluk bakiyesi Darülfünun ve çeşitli meslek kollarında mezun veren diğer okullar mevcuttu. 1933’te İsviçreli pedagog Arbert Malche’nin hazırladığı rapor doğrultusunda, çağın koşullarına cevap veremediği gerekçesi ile Darülfünun, TBMM tarafından kapatıldı. Aynı yıl İstanbul Üniversitesi, Cumhuriyet tarihinin modern anlamda açılan ilk üniversitesi olarak hizmet vermeye başladı. İlerleyen yıllarda İstanbul Üniversitesi’ni Ankara, İzmir gibi kentlerde açılan ve bugün ülkemizin köklü eğitim kurumlarından olan diğer üniversiteler takip etti.12 Mart askeri muhtırasının getirdiği anayasa değişiklikleri ile hukuki rejimleri bakımından kamu tüzel kişiliği ve bilimsel özerkliği bulunan bu kurumların özerkliği sınırlandırıldı. 1982 yılına geldiğimizde ise vakıf üniversiteleri hayatımıza girdi.

Linguistik bakımdan Latince kökenli olup (uni-veristas) dilimize sonradan yerleşen üniversite; sözlükte en üst seviyede eğitim verilen, araştırma yapılan, bilgi üretilen kurum manasına geliyor. Yine bir başka kaynakta üniversitenin, fikir alışverişinde bulunmak için bir araya gelmiş topluluk olarak ifade edildiğini görüyoruz. Ama takdir edersiniz ki üniversitenin hayatımızdaki rolü ve ülkemizin sosyal, kültürel ve hatta ekonomik dinamiklerine etkisi sözlük anlamından çok daha ötedir.

Üniversite, bünyesinde eğitim almaya gelen gençlerin hayatını değiştirip dönüştürdüğü gibi kurulduğu şehri de değiştirip dönüştürür. Bugün Anadolu’da yakın geçmişte üniversite açılan şehirlerin neredeyse tamamında mevzubahis değişikliği görmek mümkün. Şehirdeki kültürel ve entelektüel birikimin artması; yeni iş kolları, istihdam alanlarının oluşması, dezavantajlı durumda olan kimselerin lisans eğitimine kolay erişebilmesi açısından söz konusu değişimin çeşitli müspet etkileri olduğunu söyleyebiliriz. Ama fotoğrafın tamamına baktığımızda tehditlerin fırsatlardan fazla olduğunu; üniversitelerin, çeşitli eller tarafından sosyal dejenerasyon aracı olarak kullanıldığını görüyoruz. Hukuki açıdan hak ve fiil ehliyetine sahip olarak üniversite eğitimine başlıyoruz. Bu durum biz gençlere hayata karışma, yetişkin olma fırsatı tanırken çeşitli  tehlikelere  de açık hale getiriyor. Bir kısmımız  söz konusu tehlikeleri tanıyıp, onlara karşı bir direnç ve duruş inşa ediyor. Bir kısmımız ise yapılan algı yönetiminin bir parçası olup ömrünün kalanını “kendi evine yabancı” olarak geçiriyor. Benzer gayelere ve hayat koşullarına sahip binlerce gencin aynı kaynak ve ortamdan besleniyor olması, topraklarımızda yaklaşık iki asırdır çeşitli araçlarla yapılan sosyal mühendislik hamleleri için üniversiteleri bulunmaz bir nimet haline getiriyor. Hep duyarız, bir kez daha söylemiş olalım: 21. yüzyılın savaşları toprakların değil, zihinlerin işgaliyle yapılmaktadır. Müslümanca düşünme melekelerimizin adım adım rafa kalktığını, yüz yıl evvel aynı sancağın altında yaşam sürdüğümüz insanların kıyımına seyirci kaldığımızı, köklerimize dair tüm unsurların “öz yurdunda parya” olmasına artık tepki bile vermediğimizi göz önünde bulundurursak bu işgalden nasibimizi fazlaca aldığımız yadsınamaz bir gerçektir.

Kendinden başka kimseye hayat ve gelişme hakkı tanımayan Batı,  “mutlak galibiyet illüzyonunu” her ânımıza nakış nakış işledi. Ülkemizin gelişiminde lokomotif görevi yapacak olan gencecik zihinler, bu illüzyondan sebep yetersizlik hissi ve aşağılık kompleksine kapılıp atıl kalıyor. Büyük ideallerle oturulan okul sıralarında, Batılı ekollerin mucizevi ve erişilemez(!) çalışmalarını ve bu çalışmaların şeksiz şüphesiz kabul edilmesi gereken sonuçlarını dinleyerek aylar harcıyoruz. Burada ilgilendiğimiz disiplinle alakalı tüm ekolleri görmezden gelip dünyayı ıskalamayı, noksan bilgiyle ilerlemeyi kastetmiyoruz elbette. Eleştirimiz gelişmiş dünya ülkelerinin kaynaklarına kucak açmamıza değil, burnumuzun ucundaki külliyata sırtımızı dönmüş olmamızadır. Medeniyetimizi inşa eden kurucu metinlerin ve düşünme biçiminin çok uzağındayız. Kendi köklerimizden beslenmeyi ya sürekli erteliyor, ikincil kaynak olarak görüyor ya da toptan reddediyoruz. Her şeyi en doğru şekilde yapmaya muktedir(!) olanların sistemlerine hayranlıkla bakacağız diye o sistemin bir dişlisi olmaya başladığımızı göremiyoruz. Yusuf Kaplan, Yol Haritası’nda söz konusu durumu şöyle özetliyor: “Başkasını özneleştirirken kendimizi nesneleştirdiğimizi farketmiyoruz.” Ülkemizdeki ve dünyadaki tarihsel dönüşümü bakımından üniversiteler “izm-ler merkezi” haline getirildi.  Yıllar boyu çeşitli öğrenci hareketlerine ve idelojik kavgalara şahitlik ettik. Bugün dahi toplumun nabzı, bir kampüste düşmeyen tansiyona bağlı olabiliyor. Yani üniversiteler toplumsal değişim, dönüşüm ve hadiselerde ana arter olma rolünü koruyor. Bununla birlikte, yükselen kapitalizm de üniversitelere yeni bir pencereden bakılmasını zorunlu kılıyor. Genç nüfus oranı, tüketim alışkanlıkları ve satın alma davranışları bakımından Türkiye, Orta Doğu’nun en avantajlı ve kârlı pazarı olma özelliğini taşıyor. Daha üniversiteli olma hayali kurarken bile farkında olmadan bize ithal edilen bir yaşam tarzını satın almaya talip oluyoruz. 3. nesil kahvecilerin,  küresel fast-food zincirlerinin, oyun salonlarının nerede konumlandığına, teknoloji firmalarının reklamlarında hangi yaş grubu oyunculara yer verdiğine ve dijital mecralarda ana akım algı operasyonlarının hangi kitle üzerinden yürütüldüğüne baktığımızda söz konusu yaşam tarzının barındırdığı unsurları görebiliriz. İnsanın bir kimlik ve şahsiyet inşasına en müsait olduğu dönem,  kapitalizmle mündemiç bir hayat planıyla en meşgul olduğu dönem haline gelebiliyor.  Öğrenim hayatı boyunca haz odaklı yaşamayı, hayatın tadını çıkarmayı salık veren sistem;  ilerleyen yaşlarımızda bizlere dopamin detoksları sunuyor. Kendini akıntıya bırakmanın zevki büyük harflerle dayatılırken kendine hükmetmenin lezzeti hasıraltı ediliyor.

Fıtratımız gereği yolumuzun ve zihnimizin en buğulu olduğu yaşlarda, hayatımızın en iddialı rotasını oluşturmaya çalışıyoruz. Geçici heveslerle gerçek kararlar arasında var olma mücadelesi verirken multidisipliner kavramlara da göz aşinalığı kazanmaya çalışıyoruz. Jules Payot, İrade Terbiyesi eserinde “Okul, zavallı gençleri her şeye temas etmeye mecbur bırakınca hiçbir şeyin esasına vâkıf olamıyorlar.” der ve eleştirisine şöyle devam eder: “İnsan, macera ve yeniyi keşfetme arzusu nedeniyle sürekli araştırmak ister. Önemli olan ise olgunun miktarı değil kalitesidir. Çoğunlukla yükseköğretimde unutulan da budur. Eleştirel bakış açısı, aklın gücü, zihnimizi kontrol edebilme teknikleri öğretilmez. Gencin beyni orantısız bilgi yığınıyla yüklenir. Sadece hafızalarına yönelik çalışmalar yapılınca önemli olan gözden kaçar; bir metotla çalışma alışkanlığı ve inisiyatif kullanma becerileri unutulur.” Payot, bu eleştiriyi 1893 Fransa’sında yapmış ve “Hiç kuşkusuz yükseköğretimin ezber kültürüne dönüştürüldüğünü göreceksiniz.” diyerek bugün yaşadığımız sorunu işaret etmiştir.

Peki kendi içinde türlü tezatlar barındıran, bir asrı aşkın süredir aynı sorunların ekseninde kendini tekrarlayan üniversiteler bizi tüm yönlerimizle eğitip, âbâd edebilir mi?  Eğitimden maksat finalde bir kariyer planına sahip olmaksa evet, okulda alacağımız teorik aksiyon bu noktada bize güzel bir başlangıç sağlar. Fakat biz senelerce dirsek çürüttüğümüz amfilerden sadece kariyer planı değil bir hayat planı da almak istiyorsak bu soruya yanıtımız farklı olacaktır.

İlk gençlik yıllarımızı her bakımdan donanım ve disiplin sahibi olup kimlik inşa ederek geçirmek istiyorsak üniversiteye bakışımız daha farklı olmalıdır. Jules Payot’un eleştirisinden hareketle okulun bizi herhangi bir akademik disiplinde uzmanlaşmamızda yetersiz kalacağını söyleyebiliriz. Rakamlarla ölçtüğümüzde çok başarılı diploma notlarına sahip olsak da ilgilendiğimiz ihtisas alanının gereklerini kazanmadan mezun olma riski taşıyoruz. Bu sebeple üniversite eğitimi boyunca bizim amacımız nicel başarıyı yakalamanın yanı sıra nitel becerileri de elde etmek olmalıdır.  Sağlam bir okuma bilinci ve kendini eğitme kabiliyeti söz konusu nitel becerilerin başında gelir. Zaten bu iki beceriyi hayatına layıkıyla tatbik edebilen herkes, teknolojinin de getirdiği imkânlar ile yaşadığı tüm mekânları kendine okul çatısı kılacaktır. Zihnimizde oluşturulan kalıpları, yapılan algı operasyonlarını ve üniversitelerin sosyal deformasyon merkezlerine dönüştürülmesini göz önüne alırsak İslâm’ı hayatın her alanını düzenleyen bir din olduğunu kabul eden Müslümanlar olarak bizim üniversiteden bir muradımız daha olmalıdır: Dert sahibi olmak!

“Hayat tasarruf edilmez, ya sarf edilir ya israf!” diyor İsmet Özel. Dünyadan geçip giderken arkamızda anlamlı izler bırakma gayreti içindeysek bu dünyaya dair bir derdimiz, bir iddiamız olmalı. Zaferden mesul değilsek bile bizim güzel hatırlayacağımız, bizi güzel hatırlatacak izzetli seferlerimiz olmalı. Bu cihetten bakıldığında okuldan sadece diploma istemeyen gençler olarak tercih dönemi ve eğitim hayatımızda şu soruyu hep gündemimizde tutmalıyız: Okul (ortamı) beni dert sahibi yapabilir mi? Hepimiz bu soru ekseninde zaman zaman ferdi muhasebemizi yaparsak; bahsettiğimiz risk ve tehditleri en az hasarla atlatır, sağlam bir kimlik inşa etmek için en müsait ve enerjik olduğumuz dönemden en bereketli şekilde istifade etmiş oluruz diye ümit ediyorum.

“Gömleğimizi zorlayan kuş seslerinin” olduğu altın yılları israf etmeden, o kuşların anlamlı göklerde kanat çırptığı günlere erişebilmek duasıyla...

 

Rabia Ak Kılıç 

 

Kaynakça

Ali Fuad BAŞGİL, Gençlerle Baş Başa, Yağmur Yayınları, İstanbul, 2019.

Jules Payot, İrade Terbiyesi, Ediz Yayınevi, İstanbul, 2018.

Yusuf Kaplan, Yol Haritası, Mecra Yayınları, İstanbul, 2022.